DW Türkçe’den Değer Akal’ın haberine göre, ihracatta yeni rekorlar kırıp Avrupa’nın Çin’i olmak isteyen Türkiye’nin artık bu hedef için iş sağlığı ve güvenliği, çocuk işçiliğiyle mücadele, muhit koruma gibi alanlarda da adımlar atması gerekecek.
AB’nin en büyük ekonomisi ve Türkiye’nin bir numaralı tecim ortağı olan Almanya’da yürürlüğe girecek yeni yasa, Alman şirketlerini tedarik zincirlerindeki insan hakları ihlalleri, çevreye verilen zarardan da görevli hale getiriyor.
1 Ocak 2023’te yürürlüğe girecek Alman Tedarik Zincirlerinde Durum Tespiti Yasası (LkSG) sadece Alman şirketlerini değil, bu şirketlerin ticari ilişki içerisinde bulunan binlerce Türk işletmesini, Türkiye ekonomisinin performansını da etkileyecek.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tartışmalı iktisat politikaları, seçimler öncesinde artan siyasal gerilim ve küresel ekonomideki çalkantılar nedeniyle büyük zorluklar yaşayan Türkiye’deki sanayici ve üreticiler, bu yeni kurallara ahenk mevzusunda da çetin bir sınavla yüz yüze.
Düşünce kuruluşu Avrupa Komşuluk Konseyi (ENC) Direktörü Samuel Doveri Versterbye, 1 Ocak itibariyle Türk-Alman ekonomik ilişkilerinde başlayacak yeni dönemin, Türkiye ekonomisi açısından mühim bir dönüm noktası olacağını söylemiş oldu.
Türkiye için Almanya ile ekonomik ilişkiler büyük önem taşıyor. AB’nin en büyük ekonomisi olan Almanya, halen Türkiye’nin bir numaralı tecim ortağı ve iki ülke arasındaki tecim hacmi 41 milyar euroyu aşıyor.
Almanya aynı zamanda Türkiye’ye en çok yatırım yapan Avrupa ülkelerinden. Almanya’nın en mühim şirketleri Türkiye’de yatırımcı, Türkiye’de 7 bin 800’den fazla Alman veya Alman sermayeli Türk firması etkinlik gösteriyor, yüzbinlerce kişiye istihdam sağlıyorlar.
Ancak Türkiye, en önemli dış ticaret ortağı ile ekonomik ilişkilerini geliştirmek, hatta mevcut olan ekonomik ilişkilerini muhafaza etmek temenni ediyorsa, o zaman Almanya’da yürürlüğe girecek yasanın insan hakları ve çevrenin korunması için öngördüğü standartlarına da uyması gerekecek.
Alman Tedarik Zincirlerinde Durum Tespiti Yasası’nda (LkSG), Alman şirketlerinin tedarik zincirlerinde insan hakları ve çevrenin korunması şeklinde alanlarda uymaları ihtiyaç duyulan kurallar ve standartlar sıralanıyor.
Çocuk işçi çalıştırılmaması, iş sağlığı ve güvenliği kurallarına uyulması, sendikal haklara hürmet ve hukuka aykırı bir şekilde taşınmaz mallara el konulmaması bunlardan bazıları. Tedarikçilerin, etnik orijin, cinsiyet, siyasi görüş ve cinsi yönelim şeklinde nedenlerden dolayı ayrımcılık yapmama yasağına uymaları da gerekecek.
Üretim süreçlerinde çevrenin korunması, hava kirliliğine sebebiyet verilmemesi, toprağın ve su kaynaklarının kirletilmemesi ve atıkların çevreye zarar verecek halde taşınmaması da yasada yer edinen hükümlerden.
Yasa ilk aşamada, idari merkezi Almanya’da bulunan ve 3 binden fazla personeli olan işletmeleri kapsayacak. 2024 yılından itibaren ise Almanya’da bin ve daha çok personeli olan işletmeler için geçerli olacak.
Yasada yer edinen hükümlere uymayan Alman şirketlerine, 8 milyon euroya kadar yönetimsel para cezaları uygulanabilecek. Yıllık cirosu 400 milyon euroyu aşan işletmeler ise toplam cirolarının yüzde 2’sine kadar ulaşacak para cezası ödemek durumunda kalabilecek. İhlalin ciddiyetine bağlı olarak şirketler amme ihalelerinden de muaf tutulabilecek.
Alman yasası niçin Türkiye’yi etkileyecek?
Yasanın getireceği yeni yükümlülükleri DW Türkçe’ye değerlendiren Avukat Emre Keki, “Bugüne kadar mühim olan üretilen malın kalitesi ve fiyatlaması gibi tutumsal kıstaslardı. Yasa ile beraber artık yeni bir ölçüt daha geliyor: Üretim süreçlerinde insan hakları ihlallerine, çevresel ihlallere sebebiyet vermemek” dedi.
Almanya’daki yeni yasa ile birlikte artık Alman şirketlerinin tedarik zincirlerindeki insan hakları ihlallerinden direkt görevli hale geldiğine işaret eden Keki, şöyleki devam etti:
“Bu, Alman şirketlerine tedarikçilerinin bu kıstaslara uyup uymadığına bakma ve bunlara uyan tedarikçilerle emek verme yükümlülüğü getiriyor. Üçüncü ülke tedarikçileri de bu nedenle kendilerini bu kıstaslara uyan bir iş ortağı olarak konumlandırmak zorunda. Bu Türk şirketleri için de inanılmaz boyutta bir uyum baskısı getirecek. Çünkü Alman şirketleri, bu yasadaki kıstaslara uyduğunu belgeleyemeyen bir tedarikçiyle çalışamayacak, eğer bazı ülkelerde problemler görüyorlarsa, kendilerine başka alternatifler arayacaklardır.”
“Altyapı hamlesi olarak görülmeli”
Alman Ticaret Odası ile birlikte Türk tedarikçilerini bilgilendirme emek harcamaları yürüttüklerini özetleyen Keki, çalışan hakları bakımından Türkiye’de ciddi sıkıntılar olduğunu, atılması gereken adımlar bulunduğunu söylemekle beraber, bu standartları yakalamanın hiç de zor olmadığını vurguladı.
“Gerekli adımlar atıldığı takdirde Türkiye’den daha iyi konumda olabilecek üçüncü bir ülke de yok kanımca” diyen Emre Keki, “Bu standartlara uyumu, bir altyapı hamlesi olarak görmeniz gerekiyor. Çalışan haklarını o kadar da önemsemiyor olabilirsiniz ama ‘Ben yarın malımı, hizmetimi nereye satacağım?’ diye düşündüğünüzde, rasyonel olan sizin bir an önce bu kıstaslara ahenk sağlamaya çalışmanızdır. Çünkü Türkiye’nin ekonomik anlamda büyümesini, Avrupa pazarına daha fazla ihracat yaparak sağlayacaksanız, o vakit bu standartları, ihracatı artırmaya yönelik bir altyapı hamlesi olarak görmeniz gerekir.”
Küresel tedarik zincirinde üs olma hedefi suya düşebilir mi?
Avrupa ülkeleri, Koronavirüs salgını, Ukrayna savaşı, Çin ile artan rekabet nedeniyle tedarik zincirlerini yine yapılandırıyor. Türkiye, kuvvetli lojistik ve endüstri altyapısı ile tekrar şekillenen bu tedarik zincirinin merkez üssü olabilir. Nitelikli işgücü, coğrafi yakınlığı, Gümrük Birliği’nin bir parçası olması nedeniyle Türkiye aslına bakarsak Avrupalı firmalar için ülkü bir konumda.
Ancak insan hakları, çalışan hakları alanlarında geçindiren sorunlar konusunda uzmanlar uyarıda bulunuyor.
Özellikle bazı sektörlerde yaygın kayıt dışılık, Suriyeli sığınmacıların kaçak olarak çalıştırılması yahut asgari ücretin altında ücretlendirilmeleri, çocuk işçiliği, sendikal hakların tanınmasındaki eksiklikler, işçi sağlığı ve güvenliği için ehil önlemlerin alınmaması, çevrenin korunması için gerekli adımların atılmaması, bu konudaki ihlallere karşı düzenlenen protestolarda güvenlik güçlerinin uyguladıkları sertlik, dikkat çekilen sorunlar arasında bulunuyor.
“Erdoğan olası sonuçları gözardı edemez”
Alman yasasında, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Uluslararası Çalışma Örgütü sözleşmeleri şeklinde, aslında Türkiye’nin de esasen taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde yer edinen ve yerine getirmekle mükellef olduğu insan hakları ve çalışan hakları standartları sıralanıyor.
Peki, son yıllarda demokrasi, hukuk devleti ve temel haklarda büyük gerilemenin yaşandığı Türkiye’de insan hakları ve çevrenin korunması için adım atabileceği beklentisi gerçekçi mi?
ENC Direktörü Samuel Doveri Versterbye, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan için Almanya pazarının “yaşamsal ehemmiyet” taşıdığını, bu yasayı ve muhtemel neticelerini gözardı edemeyeceğini kaydetti.
Versterbye, “Önümüzdeki yıl seçimlerin yapılması umut ediliyor. Erdoğan, Almanya pazarına bağımlı. Ekonomiyi ayakta tutabilmesi için istese de istemese de bu kriterlerin yerine getirilmesine ehemmiyet atfetmek durumunda. Aksi takdirde Türkiye’deki hak ihlalleri Alman mahkemelerine taşınacak, Alman hakimler, Türkiye’de yaşanan insan hakları ve muhit ihlalleri için Alman şirketlerini cezalandırabilecek. Bunu da Alman şirketleri göze almak istemeyecektir” görüşünü aktardı.
Alman mahkemelerinde yüzlerce dava açılabilir
Yürürlüğe girecek yeni yasa uyarınca, Türkiye gibi tedarikçi ülkelerde çalışan işçiler, Almanya’daki sivil toplum kuruluşları ve sendikalar vesilesiyle, Alman mahkemelerinde davalar açılmasını sağlayabilecek.
Şimdiden, Türkiye’deki sivil topluluk kuruluşları ve baroları, bu yasa ile alakalı bilgilendirme, farkındalık oluşturma çalışmalarına başladı, sendikalar arasında da görüşmeler yürütülüyor.
Uzmanlar, Türkiye’de lüzumlu adımların atılmaması halinde bir kaç sene içinde Alman mahkemelerinde yüzlerce davanın açılabileceğine dikkat çekiyor.
“Alman şirketleri de ellerini taşın altına koymalı”
İş Dünyası ve İnsan Hakları Derneği Minerva’nın eş kurucuları Dr. Pınar Kara ve Dr. Çiğdem Çımrın, bu alanda uzman iki hukukçu.
Yürüttükleri çalışmalarla, Almanya’da yürürlüğe girecek yasa hakkında Türkiye’de kamu kurumlarını, şirketleri ve sivil toplum kuruluşlarını bilgilendirme çalışmaları yürütüyorlar.
DW Türkçe’nin sorularını yanıtlayan Dr. Çiğdem Çımrın, yaşanmakta olan değişiklik süreciyle ilgili farkındalık yaratmaya ve bir yazışma kanalı meydana getirmeye çalıştıklarını anlatırken, “Bu alanlarda adımların atılması, uluslararası ticarette Türkiye’nin ne kadar rekabetçi olup olmak istemediği ile alakalı bir mevzu” dedi.
Türkiye’deki amme kuruluşlarının büyük bir bölümünde bu konunun ne kadar önemli olduğu mevzusunda bir farkındalık bulunduğunu söyleyen Çımrın, özellikle mevzuat açısından gelişme kaydedildiğine dikkat çekerek, şunları kaydetti:
“Ben umutluyum, büyüme var ve bu zaten zaman alan bir süreç. Şunu da vurgulamak lazım, Türkiye’de üretim yaptıran, mal alan Alman şirketlerinin de taşın dibine ellerini koymaları, kendi tedarikçilerinin kapasitelerini güçlendirmeleri, onları teşvik etmeleri gerekiyor. Ancak nihayetinde, bu vizyon değişikliği, firma, devlet ve sivil toplum aktörlerinin kolektif olarak, birlikte emek harcayarak, insan haklarına bakışta sağlayacakları değişiklik, çok mühim ve heyecan verici.”
“Ülkelerinde gösterdikleri özeni diğer ülkelerde de göstermeliler”
Dr. Pınar Kara ise, Almanya’da yürürlüğe girecek yasanın dünyada yaşanmış olan değişimi yansıttığına dikkat çekerken, bu konuda Fransa ve Hollanda şeklinde öteki Avrupa Birliği (AB) devletlerinde de benzer yasaların yürürlükte olduğuna, AB’de de mevzuyla ilgili bir direktif üstünde görüşmelerin sürdüğüne işaret etti.
“Bir dönüşüm sürecinden geçiliyor. Bundan sonrasında iş yapma usulünün hiç bir halde aynı kalmayacağı bir zeminden bahsediyoruz” diyen Kara, şirketlerin insan hakları alanındaki bu adımları artık uluslararası rekabet için atmak zorunda olduklarını kaydetti.
Pınar Kara, şunları söyledi:
“Gelişmiş ülkelerde merkezleri bulunan şirketlere, kendi ülkelerinde gösterdikleri özeni, faaliyette bulundukları diğer ülkelerde de gösterme yükümlülüğü getiriliyor. Çünkü bu firmalar, çevre ve insan haklarına verilen zararlardan dolayı kendi devletlerinde yapmadıklarını üçüncü dünya vatanlarında yapıp, görevli tutulmaksızın işin içerisinden sıyrılabiliyor, mağdurlar da gerçek zararlarının tazminine ulaşamıyorlar. Örneğin, Kanada’lı bir şirket, kendi ülkesinde yasak olan bir miktarda siyanürün çevreye ve insanlara zarar verdiğini bilmesine karşın, bir başka ülkede bunu kullanmaktan çekinmiyor. Bu nedenle, bir fazlaca şirketin iktisadi bakımdan bir oldukca devletten daha güçlü hale geldiği günümüz dünyasında, bilhassa oldukca uluslu şirketlerin iş yapma usullerinin değişmesi büyük önem taşıyor.”
DW Türkçe