Merhaba,
Kapitalizm en rahat ve en yalın manasıyla “sermayecilik” anlamına gelir. Sermayenin kazancı ise en yalın haliyle “getiri” olarak tanımlanabilecektir.
Kapitalist bir sistemde her şeyin bir getirisi vardır. Mesela petrole, dibine, gümüşe ve benzeri emtiaya yatırım yapmanın beklenen getirisi fiyat artışıdır. Bazı varlıkların mesela gayrimenkullerin getirisi ise kira geliri ve fiyat artışı olmak üzere ikiye ayrılır.
Yine kapitalist bir sistemde varlıkların getirilerinin hesaplanması için bir kıymet kıyas aracına şu demek oluyor ki bir para birimine de ihtiyaç vardır. Bu para biriminin getirisi de faiz geliri ve fiyat artışı olmak üzere ikiye ayrılır.
Günümüzde para birimlerinin hepsi “fiat” paralardan oluşmaktadır. Karşılığında altın yahut başka değerli emtia olmayan ve aslen kendisi de bir tür emtia olan bu fiat paralar değerlerini mensup oldukları ülkelerin ekonomik, siyasal ve askeri güçlerinden almaktadırlar. Bu üç gücün toplamına kısaca ülkenin itibarı diyebiliriz.
Dolayısıyla itibarı daha çok ülkelerin para birimleri görece daha itibarı düşük olan ülkelerin para birimleri karşısında devamlı değer kazanırlar.
Kapitalist bir sistemde bir değişiklik aracına yani paraya bir kere daha ihtiyaç vardır. Bu yönüyle baktığımızda para sermayenin en likit halidir ve dolayısıyla el değiştirmesi de oldukça kolaylaşmaktadır. Likit kapital sahibi olmanın bedeli ise ona verilen kira kısaca faizdir.
Bu tanımlamalardan sonra faiz kavramının ne olduğuna bakalım.
En basit tanımıyla ürem borç verilen para karşılığında alınan ilave paradır. Yani borç alınan paranın tabiri caizse kira bedelidir ve paranın getirisini gerçekleştiren birinci elementtir. Paranın getirisini oluşturan ikinci element ise emtia ve/yada öteki para birimlerine karşı değer artışıdır.
Borç periyodu sonucunda para mesela dibine ve dolara karşı yada genel hatlarıyla tüm emtiaya karşı kıymet kazanmışsa paranın getirisi çok daha yüksek olacaktır. Değer kaybı ise getiriyi azalacaktır.
Para şu demek oluyor ki likit sermaye için ödenen faiz oranı ise enflasyon ve ona ilave edilen bir risk primi gibi belirlenmektedir. Dolayısıyla her ülkede enflasyon ve risk primi farklı olduğundan her ülkede mahalli paraya ödenen faiz düzeyi de farklı olabilecektir. Ülke içinde de farklı risk primlerine haiz olmaları sebebiyle şahısların ve şirketlerin ödedikleri faiz oranı da tekrar farklı olacaktır.
Şimdi bir ülkenin ekonomisinin itibarının çok yüksek olduğunu düşünelim. Sahip olduğu güç ve saygınlık yardımıyla bu ülkenin parasına olan talep artacaktır. Artan istek ise bu ülkenin enflasyonunu düşük ve parasını çok kıymetli hale getirecektir. Değeri artan paranın getirisi ise terfi edecektir.
Yani böylesine güçlü bir ülkede para için ödenen faiz düşük enflasyon yardımıyla azalırken anılan güçlerden değerini alan parasının fiyatının artması ise getirisinin en büyük elementini oluşturacaktır.
Böyle bir ülkede kıymeti artan para nedeniyle enflasyon düşeceği için ve ek olarak risk primi de düşük olacağı için ülke arasında yerel para için ödenen ürem düşer. Ancak ülke haricinde ise bu paraya erişimin maliyeti kısaca ödenen ürem ise ülkelerin itibarlarına koşut oluşan risk primine nazaran belirlenecektir. İtibarı düşük olan kimi ülkeler bu paraya haiz olmak için çok yüksek ürem öderken itibarı yüksek ülkeler ise düşük ürem vereceklerdir.
Öte taraftan itibarı düşük olan ülkelerin para birimleri de itibarı yüksek ülkelerin para birimlerine karşı sürekli kıymet kaybederler. Bu nedenle bu ülkelerin paralarına olan talep azalır ve değeri şu demek oluyor ki paranın getirisinin ikinci elementi olan fiyatı devamlı düşer kısaca getirisi sürekli azalır.
Bu ülkeler kendi paralarına istek yaratmak ve kendi paralarının getirilerini yükseltmek için paranın getirisinin birinci elementi olan ürem oranını yükseltmek zorunda bırakılırlar. Aksi takdirde paraları değersizleşip yok olup gidecektir. Yani Gresham yasası devreye girer ve “kötü para iyi parayı kovar”.
Ancak sürekli yüksek ürem ödemek bu tür cılız ülkelerin ekonomilerini temelden bozacağı için ödenebilen bu yüksek faiz sadece geçici olarak işe yaramaktadır. Yapılması ihtiyaç duyulan ise ekonomiyi üretimle güçlendirerek, siyasi ve askeri alanda itibar kazanarak paranın kıymetini korumaktır.
Bir ekonomide niçin borç alınır?
Devletler, firmalar ve reel kişiler iki gerekçeyle borçlanırlar. Birincisi tüketim ihtiyacını karşılamak. Bu mevzuya bu yazıda gitmeyeceğim. İkinci gerekçe ise yatırımdır. Bu mevzuyu makalenin geri kalan kısmında tartışacağım.
Bir yatırımcı yapacağı yatırım için yeteri kadar ana paraya haiz değilse borç alır. Ödünç almış olduğu para doğrusu likit sermaye için de ürem öder. Daha ilkin anlatım edilmiş olduğu benzer biçimde bu faiz oranı borç alanın riskliliğine nazaran belirlenir ve alacaklı için beklenen getiriyi oluşturur. Bu getiri garanti değil ve riskin gerçekleşip gerçekleşmemesine bakılırsa artıp azalabilecektir.
Borç alan yatırımcı yapacağı yatırımla ödediği faizden daha fazla kazanç sağlayacağı beklentisi içindedir. Aksi takdirde borç alıp yatırıma girişmez. Daha ilkin de anlatım edildiği gibi para sermayenin en likit halidir. Dolayısıyla para olarak borç kapital almak en kolayıdır. Bu nedenle günümüzde borç alınan sermaye sıklıkla para şeklinde olmaktadır.
Borç alınan para bazen yerel para birimi cinsinden olmaktadır. O zaman ödenecek faiz dışında başka bir maliyet pek söz konusu olmamaktadır. Faizin sabit ya da değişken olması ise tarafların anlaşmasına bağlıdır.
Öte yandan ara sıra de borçlanma yabancı para cinsinden örneğin dolar cinsinden olmaktadır. Burada da faizin sabit ya da değişken olması tarafların anlaşmasına bağlıdır. Ancak bunun ötesinde borç alınan paranın değerinin yerel ülke para birimi karşısında değişimi kısaca kur riski söz mevzusu olacaktır.
Borç alınan yabancı paranın değeri yükseldiğinde borç alınan paranın mahalli para birimi cinsinden maliyeti artmaktadır. Yani borç veren (şayet mahalli ülkede ise) için elde edilen getiri kur farkı nedeniyle artarken borç alan için de borçlanmanın maliyeti kısaca ödediği faiz artmaktadır. Öyleyse kur farkı da getirinin/maliyetin önemli bir parçası şu demek oluyor ki faizin ve getirinin öteki bir elementidir.
Şimdi vakaya Türkiye’de uygulanan para politikaları açısından bakalım. Türkiye’de “ürem haramdır, nas var nas” ifadelerinden sonra ortaya “ürem sebep enflasyon sonuç” iddiası ortaya atılarak kısa vadeli para piyasasında faiz payı düşürülerek yatırım ve üretim ve dolayısıyla ihracat artırılarak ekonominin kuvvetlenmesine, döviz rezervlerinin artırılmasına ve enflasyonun düşürülmesine çalışılacağı iddia edildi.
Tabii bu politikanın uygulanmasıyla birlikte faizin düşürülmesiyle döviz kurunun yükselmesine ve dolayısıyla enflasyonun yükselmesine sebep olundu. Bu da sermayenin getirisinin kısaca sermayenin maliyetinin yükselmesine sebep oldu. Ancak faiz uygulanan para politikasıyla baskılandığı için kur farkı benzer biçimde faizin artmasına sebep olundu.
Bunun yaşanmasıyla beraber hükümet döviz kurunun düşürülmesi için bu defa “Kur Korumalı Mevduat” hesaplarını devreye alarak vatandaşın parasını dövizde değil de TL’de tutması özendirilmeye çalışıldı. Böylece döviz talebini baskılamaya çalıştı. Ama bu politika kuru baskılamaya yetmedi aksine kur garantisi nedeniyle bütçe üzerinde ilave yük oluşmasına sebep oldu.
Döviz kurunun yükselmesiyle oluşan kur farkının devlet tarafınca karşılanacağı taahhüt edildiği için bankaların aracılık faaliyetlerinden meydana gelen döviz kuru riskinden kurtulmaları sağlanmış oldu. Kur riski nedeniyle oluşan parasal yük ve maliyet ise bankaların üzerinden alınarak devlete yükletilmiş oldu. Kredi Garanti Fonu (KGF) ile de daha önce kredi riski bankaların üstünden alınarak devlete kısaca vatandaşa yüklenmişti.
Bu gelişmeler bankaların üstlendikleri risklerin ortadan kalkmasına, maliyetlerinin düşmesine ve dolayısıyla astronomik karlar elde etmelerine sebep oldu. Bunu fırsat bilen manipülatörler de Borsa İstanbul’da banka hisseleri üzerinden büyük bir manipülasyon işine girişip küçük yatırımcının zararına ve kapital endüstrisine olan güvenin azalmasına sebep oldular.
Pekiyi hükümet böyle bir politikaya niçin girdi?
AKP hükümeti yıllarca uyguladığı “yüksek ürem düşük kur” politikası sayesinde yaratılan “düzmece cenneti” korumak amacıyla üretimi teşvik ederek güçlü ekonomiye geçiş programı uygulamadı yada uygulamayı akıl edemedi.
Bunun yerine ekonomiyi alışkın olduğu yöntemle yani para politikalarıyla doğrusu kısa vadeli taktik politikalarla yönetebileceğini zannetti ve anlaşılan o ki hala öyle zannediyor. Tüketilip yok edilen 128 milyar doları aşkın TCMB net rezervleri, sonra da eksi 60 milyar dolar seviyesine düşen TCMB net rezervleri sonucu oluşan toplam 180 milyar dolarlık net rezerv kaybı bu politikaların sonucudur. Yüksek enflasyon, yüksek cari açık, yüksek dış borç, yüksek işsizlik ise bu politikaların diğer önemli sonuçlarıdır.
AKP hükümeti bir fiat para olan TL’nin kıymetini bu tür politikalarla koruyabileceğine ve enflasyonu bu yöntemlerle düşürebileceğine hala inanıyor mu? Bilemiyorum. Ama bu politikalardan bir geri adım attığı da yok.
Diğer bütün fiat para birimleri gibi TL’nin değeri de ülkenin ekonomik, siyasal ve askeri gücünden türemektedir. Bunlar güçlenmediği sürece TL güçlenmeyecek, mahalli kaynaklara dayalı üretim artmayacak; işsizlik, enflasyon, cari aleni ve döviz kurları kalıcı olarak düşmeyecektir.
Son olarak fiat para öncesi faiz terimine bakalım. Fiat para evvela 11. Yüzyılda Çinliler tarafından kullanılmış olsa da esas olarak fiat paralar Bretton Woods Altın Para Sisteminin 1973 yılındaki çöküşünden sonra ekonomilerde tamamen baskın hale gelmeye başlamışlardır.
Fiat paralar öncesi mevcut paraların hepsi ya altın yahut gümüş gibi kıymetli madenlerden oluşuyordu. Dolayısıyla o zamanlar bu tür paraları borç aldığınızda günümüzdeki manada bir parayı borç almıyordunuz. Fiili olarak altın ya da gümüş yani emtia borçlanıyordunuz.
Yani 100 altın borç aldığınızda vade sonunda örneğin 101 altın ödediğinizde 100 altın için 1 altın faiz ödemiş oluyordunuz. Aynı biçimde 1000 koyun borç verip vade nihayetinde 1200 koyun almak da gene o zamanlarda mümkün olabilmekteydi. Yani fiat para öncesi zamanlarda kapital kıymetli maden olarak yada emtia olarak borç alınıp faizi de yine kıymetli maden veya emtia olarak ödeniyordu.
Günümüzde ise fiat para borç aldığınızda bu borç herhangi bir değerli madene endeksli olmamakta ve vade sonunda da yine fiat parayı anlaştığınız faiziyle geri ödüyorsunuz. Yani fiat para sistemi öncesinde ödenen ürem değerli maden veya emtia şeklindeyken fiat para sisteminde alınan borç ve ödenen ürem tamamen fiat para şeklinde olmaktadır. Dolayısıyla borç alınan fiat para mesela dibine karşı yada örneğin buğdaya karşı kıymet kaybetmiş ve borç veren reel anlamda zarar etmiş olabilmektedir. Elbette tersi de laf konusu olabilmektedir.
Fiat para öncesi zamanlardaysa borç verenin bu şekilde bir ziyanı laf konusu olmamaktaydı. Yani hangi emtiayı borç veriyorsa vade sonucunda alacağını faiziyle aynı emtia gibi alıyordu. Dolayısıyla o zamanlar alınan ürem ile günümüz işlemlerinde alınan ürem mana bakımından aynı faiz terimine işaret etmemektedir. Dolayısıyla o zamanlar haram kılınan faizin bugün fiat para için işleme mevzu olan ürem ile esas olarak bir ilgisi yoktur.
Hal böyleyleyken günümüzde fiat para öncesi dönemdeki kavramlarla günümüz fiat paranın değerinin oluşmasına kısa vadeli de olsa katkı elde eden faizin haram olduğu savını ileri sürerek kısa vadeli faizi indirip (döviz kuru farkı oluşturarak gerçekte faizi artırıp) ülkenin yerel fiat parasının değerini düşürmek doğru bir iktisadi hamle değildir.
Buna ek olarak Kur Korumalı Mevduat politikasıyla da parası olanların bankadan alacakları faizi kur farkı gibi devlete ödetmek de yanlış bir politikadır. İkisini beraber yürütmek ise ülkede gelir dağılımını derin biçimde bozmaktan başka işe yaramamaktadır.
Bu politikalarla yerel paranın yani TL’nin kıymeti düşürülerek enflasyonun yükselmesine sebep olunmaktadır. Kur Korumalı Mevduat politikasıyla da parası olanlara bankaların ödemesi ihtiyaç duyulan mevduat faizinin kur farkı kaynaklı büyük bir kısmı da devlete kısaca vatandaşa yüklenmektedir. Böylece halk bir yandan yüksek enflasyon nedeniyle yoksullaşırken, diğer yandan da Kur Korumalı Mevduat politikasıyla kısıtlı miktardaki parası da Kur Korumalı Mevduat sahiplerine geçirme edilmektedir.
Faizi düşürüyorum deyip kur farkı yoluyla faizi yükseltmek ve varlıklı/fakir tüm vatandaşlardan toplanan kamu kaynaklarını bu para politikalarıyla zengine servet benzer biçimde geçirme etmek sürdürülebilir bir ekonomi politikası değildir. Birileri için bir yaratılmış olan bu saadet zinciri er veya geç sert bir biçimde kopacaktır.
Son laf kısa vadeli taktik para politikalarıyla uzun vadeli ekonomik kalkınma hedeflerine ulaşmak imkansızdır.
11 Ekim 2022
Prof. Dr. Mehmet Hasan EKEN
Türkiye Ekonomik ve Mali Araştırmalar Vakfı Başkanı
Yorumlarınızı esirgemeyin lütfen 🙂